28 Nisan 2016 Perşembe

Zorla Yazılan Oto-Biyografi

Doğum tarihimi söylerken genel de gülerek söylerim, bi nevi yüzümün kızarıklığını geçiştirmek maksadıyla yaparım bunu çünkü bende süregelen bu durum insanların doğum tarihime aşırı şekilde şaşırmasıyla ve tepki vermesiyle başladı.Bir erkek çocuğu olarak 08.03.1994 (Dünya Kadınlar Günü) tarihinde 34 plakalı şehir de doğdum.

Gayet sakin , gün içinde annesini yormayan bir bebeklik dönemi geçirdiğim aile bireyleri tarafından sık sık dile getirilirdi.Sanırım, bu yüzdendir ki anasınıfına gönderilmeme gerek duyulmadı ve direk olarak anasınıfı hazırlığından muaf tutularak mahallemizin sınırları içerisindeki ilköğretim okuluna kayıt işlemim gerçekleştirildi.

İlkokul 5.sınıfta okul bahçesinde tanıştığım futbol ile teşriki mesaimin fazla olması nedeniyle 8 yıllık ilköğretim hayatımı başarıyla tamamlamış olduğum söylenemez. Genel olarak o yaş aralığında önemsediğiniz manzaralar, kendinize idol aldığınız kişiler belirli bir dönem size eşlik eder.

Hani...Lise döneminde biraz daha belirginleşir ya fotoğraf , bende de tam öyle oldu. Mahalle sınırları içerisinden,  ilkokul tavırlarından sıyrılarak ilçedeki daha büyük bir okulun yolunu tuttum.  Bu okul yolu , şehrin göz bebeği olan  Üsküdar'ı, daha iyi tanımamı sağladı. Neyse ki  kötü dostum futbolun yaşantım da fazla yer kaplamasından dolayı lise hayatımı 2.sınıfa kadar ilerletebildim.

İyi gün dostu olduğunu geç anladığım futbol,  yavaş yavaş bedenime yük olmaya başlamıştı ve sakatlıklardan dolayı dostluğumuzun sonuna gelmiştik.Eğitim-öğretim hakkımı yitirmeme sebep olan , o çok güvendiğim dostum futbol ile  bir maç çıkışı vedalaşıp,ayrıldık.  Ve o günden sonra , tekrardan lise eğitimime kaldığım yerden devam etme kararı aldım. Açık-lise sınavlarıyla liseyi tamamlayabildim. Yalnız bu pek de kolay olmadı... Kaybettiğim yıllar, yaşıtlarımdan geri kalışım, faturaya yansıyınca bedeli ağır oldu. Nihayetin de iki yıllık  kaybın ardından , tercihlerimde ilk sırayı , hayranı olduğum Tatangalar grubunun şehri Sakarya yer aldı.  Şehrin tepesinde kalan,göl manzaralı bu kampüs, kötü dostum futboldan sonra en iyi arkadaşım...

3 Eylül 2015 Perşembe

'' Piraye öldü aşkından yine de dönmedi Nazım'a..''



İster istemez sabah erken uyanıyorum köy yerinde , erken uyanmak için sebep oldukça fazla. Ya kapı gıcırdıyor ya da başımda sinekler dönüp duruyor.''Henüz Sabahın ilk ışıkları, saat daha 6.00 bile olmamış'' diye iç geçirip, temiz havayı solumak için kapıya çıkıyorum.Kapının önündeki, doğal kaynak suyun yüzüme temas etmesiyle bir nevi ayılıyorum.Köy evlerinin dağılımı belirli bir düzenek içinde, yamaç ve dik yokuş olmadığı için karşı tepenin ardına sis çöktüğünü rahatça görebiliyorum. Etrafa meraklı bir şekilde göz gezdiriyorum , bir ayrıntı bir arayış içindeyim.Köyün sol tarafında kalan ''mezarlık'' yoluna doğru yöneliyorum. Bana doğru emin adımlarla gelen ve acısı taze olan bu Amcayı çok iyi tanıyorum.. Başında siyah kasketi , yeleğinin cebinden sarkan gümüş renkteki köstekli saati ve donuk bakan gözleriyle selamlaşıyoruz. Ben durumu bildiğim için önce davranıp hal hatır soruyorum da, Cemil Amca pek oralı olmuyor, hafifçe başını sallıyor.. Sabahın bu saatinde nereden geldiğini sorma gereği duymuyorum. Çünkü, Cemil Amca her sabah geldiği için bu mezarlık yolunun yabancısı değil.Tam tamına 72 gün önce toprağa verdiği, dert ortağı olan eşinin yanından dönüyor.Ne için gidiyor Cemil Amca her sabah ? Toprağına su dökmek için mi ? Dert ortağına içini dökmek için mi ?.. Ufak bir iç çekerek, kafamda oluşan soru işaretleriyle birlikte köy evimizin balkonuna geri dönüyorum. Oluşan yalnızlıktan ve sessizlikten yararlanmak için kitabımı alıyorum elime, kaldığım sayfadan devam ediyorum okumaya. Yine öyle bir zamanlamayla denk gelmişim ki bu kitaba , bulunduğum durumun , geçirdiğim duygusal yoğunluğun içinde rast gelmemiz tesadüf olamaz diye düşünüyorum.

 Can Dündar'ın kaleminden çıkmış olan ''Yüzyılın Aşkları'' kitabı, efsaneleşen aşkları konu ediniyor. Latife'den Mustafa Kemal'e , Fatoş Güney'den Yılmaz Güney'e ve Piraye'den Nazım'a.. En çokta Piraye etkiliyor beni hem de öylesine etkiliyor ki ; Komünist Şair olan Nazım'a olan saygımı,sevgimi alıp götürüyor..

...Daha önce Sovyetler'de iki evlilik yapmış olan Nazım,bu yeni sevdaya düşmekte gecikmedi.
              Kızıl saçlı,yeşil gözlü bu kadına tutulmuştu.
              O kadar ki,10 yıl önce,''Aşk şiirine imza atmaya değmez,'' diyen devrimci şair, şimdi,''Biz de çakarız o meretten biraz,'' diye aşk şiirleri yazar olmuştu.
Piraye, iki çocuğu olduğu için kararsızdı yeni bir evliliğe. Üstelik ailesi de ''komünist bir şair''le evlenmesine kesinkes karşıydı. Bu yüzden tam iki yıl boyunca, ''evet''demedi Nazım'a.. Sonunda 1932 başında teslim oldu Piraye ve o yıl evlenmeye karar verdiler.Çok değil , 1933'ten itibaren bu mutlu hava, bulutlanmaya başlayacaktı. Ve Nazım için, komünizm propagandası yapmak ve gizli örgüt kurmak suçlarından tutuklanmalar başlıyordu...


Mutlu günler kısa sürmüştü.Şimdi tam 17 sene farklı cezaevlerinde yazılan mektuplarla sürecek hasret yılları başlıyordu.
1933'ün sonuna doğru yazdığı bir mektupta, '' Karıcığım,aşk mektuplarımıza elveda,'' dedi Nazım...
             Çünkü savcı idamını istiyordu.
Piraye panik halinde yazdı cevabını... ''Seni asarlarsa yaşamam,''dedi..
Nazım, adeti veçhile yine bir şiirle sildi eşinin gözyaşlarını.
''....Yaşarsın karıcığım, kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda ; yaşarsın,kalbimiz kızıl saçlı bacısı..En fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı..'' 

Cumhuriyeti'in 10.yıl şerefine af çıkarılmış ve Nazım, 1934'ün Ağustos'unda salıverilmişti.
O artık Ailesi reisiydi.Piraye'ye dingin bir hayat sözü vermişti. Ama olmadı , Cihan Harbi'nin yaklaştığı ve ırkçılığın prim yaptığı zamanlarda , Sovyet demokrasisini öven kitaplar yayımlıyordu. Sonunda 17 Ocak 1938'de bu kez anayasal düzeni değiştirmek için komplo kurmak iddiasıyla tutuklandı. 

...Şimdi Donanma Davası'ndan aldığı 13 yıllık cezayla,toplam mahkumiyeti 30 yıla yaklaşmıştı.1939 yılında İstanbul tevkifhanesinde pastel boyayla çizip Piraye'ye yolladığı portresinde,mavi gözleri endişeyle bakıyordu.
Mektuplarında ''Seni seviyorum, seni sayıyorum,''diye yazan Nazım'ın dilinde,''Gün batar,kuşlar döner/Dönmez bu yoldan beklenen,'' şarkısı vardı artık...

Piraye'nin kömür alacak parası dahi kalmamıştı, tek beklentisi eşinin bir an önce yanında olmasıydı. Çaresiz mektuplar, karşılıklı gönderiliyordu. Şu satırları yazmıştı Nazım, '' Bilirsin ya,senin bir parmağın da benim yüzümden yanmıştı.Zaten benim yüzümden yanan yalnız parmağın mı ? Senin gençlik günlerinin saadetini yaktım, mahvettim.''  Nazım 15 yıldır hapisteydi. Bedenen hasta düşmüş, ruhen yorulmuştu.Artık Piraye'sine yazdığı şiirlerde,sevdadan çok imkansızlığın izi vardı. ''sende, uzaklığı, sende, ben, imkansızlığı seviyorum.Fakat asla umutsuzluğu değil..'' 

1948 yılı başında ziyaretine dayısının kızı Münevver Berk geldi.Hem akraba hem evli olmalarına rağmen bu görüşme yeni bir aşkın kıvılcımlanmasına vesile oldu.Nazım'dan 16 yaş küçük bu kumral,yeşil gözlü kadına sırılsıklam aşık oldu.Cumhuriyet'in 15.yıldönümünde bir af umudu doğmuştu.Nazım, yine özgürlüğüne kavuşacaktı. Bu sebep ile Münevver'e eşinden boşanmasını telkin etti.Birlikte yeni bir hayata başlayacaklardı.Bu karardan sonra en güzel aşk şiirlerini yazdığı karısı Piraye'ye şu satırları yolladı :  '' .. karıkocalık münasebetimizi, kesmemiz gerekiyor'' Aralarındaki bu münasebetin artık kesilmesi gerektiğini, birkaç teselli cümlesiyle bildirdi. Hapisteyken bile onu bırakıp gitmeyen Piraye'sine,hayatını mahvettiği kadına , bir başka kadın için, elveda dedi , Nazım..

Ancak o arada bir başka gelişme oldu ve beklenen af gerçekleşmedi. Münevver, Nazım'ın çıkamayacağını anlayınca bir maceraya atılmaktan vazgeçti ve eşine döndü.

Nazım, büyük bir pişmanlıkla Piraye'ye '' Seni arkandan bıçakladım'' diye başlayarak yazdı ve af diledi. 
Fakat gelmedi Piraye... Tersine ortadan kayboldu.Tek satırlık mektuplarda,'' Gel,sana muhtacım,'' diye yazan,pişmanlık içinde kıvranan Nazım'la yazışma işini çocuklarına bıraktı. 

Bursa'ya ''Nazım Bey'' diye başlayan ve , '' Hürmetler ederim,'' diye biten bir mektup yazıp avukatlarının isimlerini verdi. Nazım,ölümden söz etmeye başlayınca dayanamayıp oğluyla Bursa'ya gitti ama bu da çare olmadı. Hapishane çıkışında oğlu Memet'e, ''Onu artık sevmiyorum,'' diyecekti. 

Nazım'ın hapishaneden çıkmasından sonra 23 mart 1951'de boşandılar. Piraye, Altunizade'deki evinde inzivaya çekildi.Ortalarda görülmedi pek.. Nazım hakkında hiç konuşmadı.Kimseyle evlenmedi.Ama ölünceye kadar da Nazım'ı affetmedi. 21 Mart 1995'te,89 yaşında, inzivaya çekildiği evinde öldü.

1950 Temmuz'unda çıktıktan sonra Münnever'e kavuşan Nazım,1951 Haziran'ında Münevver'i ve henüz üç aylık olan oğlu Mehmet'i bırakarak tek başına yurtdışına kaçtı.Şimdi Münnevver de Piraye'nin kaderini paylaşacak ve yıllar sonra buluştuğu Nazım'ı, başka bir kadınla evlenmiş olarak bulacaktı..  

Nazım'ın gönlü, uçsuz bucaksızmış belki ama Piraye öyle mi ? Sığdıramamış kimseyi yüreğine , esir düşmüş sevdiğine. Acısını, kederini gömüp , suratını asıp gitmiş..

Kafamda oluşan sorular çok net..
Vefa, nedir ki ? Hangi insanlarda bulunur ''Vefa''? Piraye'den başka kim bilebilir ki ,'' Vefa'' nın anlamını...

Belki Piraye, Nazım'ın o çok sevdiğim sözünü hatırlattı Nazım'a :
'' Gitmek '' sadece bir eylemdir.''Unutmak'' ise kocaman bir devrim...

UNUTMA!

28 Nisan 2015 Salı

Nisan Yağmuru..

             Kampüsün içinde yer alan otobüs yazıhanesinin önünde oturmuş arkadaşımı beklerken,'Gülünün Solduğu Akşam' adlı kitabı okuyorum ve bir süre sonra arkadaşımın geldiğini fark edip usulca ayağa kalkıyorum.Önce merhabalaşıp sonra yazıhaneden içeriye giriyoruz. Yarın akşam İstanbul'a gitmek için bilet temin ediyoruz.

Yazıhanedeki işlemlerimizi halledip,yağan yağmurun etkisine aldırmadan yemekhanenin yolunu tutuyoruz.Kütüphanenin dik yokuşunu soluk soluğa çıkıyoruz , bundan ikimizde şikayetçi değiliz.Yarın İstanbul'a,anne ve babamıza kısacası sevdiklerimize kavuşma imkanımızın sevinciyle dik yokuşu geride bırakıp düzlüğe varıyoruz , yemekhane beliriyor hemen karşımızda. O an ıslatan nisan yağmurunu umursamıyoruz bile. Çünkü biz gelecek ayın takvim yapraklarından bahsediyoruz , daha İstanbul'a gitmeden gelince tekrar gideceğimiz günlerin hesabını yapıyoruz.

..Yemekhaneye varıyoruz, sıradan geçerek yemeklerimizi alıyoruz. ''Sanki her gün bizim için ayrılmış olan'' masayı boş görüp oturuyoruz. Yemek esnasında ben yine Oğuzhan ile uğraşıyorum ya da gündemden dikkat çeken haberler hakkında fikir alıyorum,bir nevi nabız yokluyorum.Konuşulan konular genelde aynı çizgiyi koruyor,sonuç olarak öğrencinin manşeti pek fazla değişiklik göstermiyor.Bir de telefonlar, telefonlar hep masaya konulur genelde arada göz ucuylada olsa yoklanır.Çorbamı içerken , titreyen telefonumdan babamın aradığını fark ediyorum. Hemen telefonu açmak için yöneliyorum , hasta olsam dahi babamın telefonunu açış şeklim hiç değişmiyor, gayet açık ve net :


-Buyur Babaaaa ?

-Naber Oğlum? Nerdesin ?

-İyi Baba ne olsun , yemekhanedeyim. Yemek yiyorum arkadaşlarla sen nasılsın ?

-İyiyim bende. Selam söyle arkadaşlarına, afiyet olsun , görüşürüz akşam. 


Kapatıyorum telefonu.Az önce babamın telefondaki aceleci tavrını düşünüyorum. Yanımda arkadaşlarımın olmasından kaynaklanıyor o aceleci tavır , rahatsızlık vermemeyi düşünüyor ama asıl olarak yokluğunun rahatsızlık verebileceğini , düşünmüyor babam..

Tebessüm ederek yemeğime kaldığım yerden devam ediyorum.Aradan bir müddet sonra montumun asılı olduğu sandalyeye birisi teğet geçiyor.Hemen, dikkatimi o yöne doğru topluyorum. Yaşıtım olabilecek birisi (bayan) arka masamızda oturan arkadaşına sesleniyor : ''Ben Babamdan izin alıp, geleceğim '' diyor.Elindeki telefonu sallayarak, kendinden emin bir şekilde merdivenlere doğru yürüyor. Ne olduğunu anlamayan birkaç arkadaş ve ben şaşkın bir şekilde bakınıyoruz. Çok geçmeden,telefonla konuşmaya giden bayan arkadaş bize doğru geliyor ve arkadaşına son derece önemli bir olayı yetiştirirmiş gibi : ''Allah belasını versin yaa, izin vermedi'' diye babasına olan tepkisini ortaya koyuyor.


Tanımadığımız bir babayı sahiplenirken buluyoruz o an kendimizi, suçluluk hissi içinde kıvranıyoruz.Az önce arayan babamı tekrardan aramak, sesini duymak geçiyor içimden.Sanırım, aynı psikoloji arkadaşımı da etkisi altına alıyor  : ''Babamı arayayım , içim rahat etmiyor'' diye söyleniyor. Yavaş adımlarla çıkış kapısına doğru merdivenlerden iniyoruz , önce ben çıkıyorum yemekhaneden.Yağmur aynı şiddetin de devam ediyor ama bu sefer aynı Nisan yağmuru aynı duygularla ıslatmıyor bedenimi...

15 Nisan 2015 Çarşamba

BİR SAVCININ NOT DEFTERİNDEN...

                     
          Yaş ilerledikçe bir şeylere olan bakış açısı değişir ya hani insanın ; tuttuğu takım, desteklediği parti, okuduğu  kitap, gezip  görmek istediği yer hatta en yakın arkadaşım dediği insan bile zamanla değişiklik gösterir. Belki de o geçiş döneminin en dolgununu yaşıyorum ve ya ileri yaşantımı kestiremediğim için böyle hissediyorumdur. Ama şu var ki.. Farkına vardığım,sonradan fark ettiğim bir şeylerin değişiklik gösterdiğini göz ucuyla da olsa er ya da geç fark ediyorum. Şekillenen çevremde  farklı simalara alışmak bu geçiş dönemini tetikleyen etkenlerin başında gelebilir.


Sanırım, bir birey de bahsettiğim şeylerin bir çok değişikliğe uğramasına rağmen bazı uç noktaların öz olarak değişmediği mümkün.Korku,sabit düşünce, kişisel haz gibi insanda değişiklik göstermeyen özellikler olarak nitelendirebilir.


             Genel olarak tarihi ve tarihi kişilerin biyografisini içeren kitaplar beni okumaya teşvik etmiş olsa da  benim de özümde değişmeyen,  küçüklüğümden beri dikkatimi çeken ;  dedektiflik hikayeleri , kriminal incelemeler , olayların analiz edilmesi sürekli ilgimi çektiği kaçınılmaz bir gerçek . Sevil Atasoy'un Kanıt dizisini mercek altında izlemem , yine onun yazmış olduğu kitapları (Labirent , Her çikolata yenmez ) okurken olayın içinde var olmak , sonucu kestirmeye çalışmak ve en önemlisi gerçek bir olayı okuduğumun bilincinde olmak sürekli olarak heyecanımı taze tutmuştur.

Son zamanlarda bahsettiğim bu özellikleri kapsayan bir kitap daha geçti elime. Merak uyandıran  , içeriğinde yaşanmış olayları barındıran ,  12 Mart gibi büyük bir döneme tanıklık etmiş olan bir savcının kendi anılarından derlediği , adından da anlaşılacağı gibi , 'Bir Savcının Not Defterinden'  adlı kitap Prof.Dr .Çetin Yetkin'e ait.. Kitabını bölümlere ayırarak hikaye biçiminde anlatan Çetin Yetkin , O dönemde şiirden yargılananları , nurani yüzlü bir bakkal amcanın yaptığı cinsel istismarı , küçükken bisiklet bindiği arkadaşının bir eylem sonucu tutuklanıp karşısına gelmesini ve bir çok ders çıkarılacak olayı kaleme almış.


       Bir insan olarak ders çıkarabileceğimiz kitaptaki bir hikayeyi sizinle paylaşıyorum  :


                                                         ''İşkence''

            Bozuk gıda üretenler ve bunları bilerek satanlar Gıda Maddeleri Nizamnamesi'ne aykırı davranmaktan yargılanırlar.Cezası hiç denecek ölçüde azdır bu suçun.Bana göre ise oldukça ağır cezası olmalı.
    
            Böyle bir olayda belediyeden gelen evrak içinde bulunan raporda sanığın fabrikasında ürettiği sucuklara bağırsak karıştırdığı, ancak bunlar yıkanmayıp temizlenmediği için de sucuklarda hayvan dışkısı bulunduğunun saptandığı bildiriliyordu.Bu marka sucuklar daha düşük fiyatla piyasaya sunulduğu için alıcısı da çoktu.

          Sanığı polisle adliyeye getirttim , sıcak bir yaz günüydü.İki polisin arasında masamın karşısında ayakta duruyordu.Çember sakallıydı ve ''Hacı'' olmakla övünen biriydi.

          Sanığın kimliği saptanırken yasaya göre dininin ne olduğunu da sormak gerekir , ama uygulamalarda sorulmaz ve eğer ''gayrimüslim'' değilse , yargıç , tutanağa ''Türk,İslam'' diye geçirir  ya da çoğu kez tutanak yazıcısı bunu kendiliğinden yazar. Ben, sanığın adını soyadını , babasının anasının adını , doğum tarihini ve nüfusta kayıtlı olduğu yeri tutanağa geçirttikten sonra ,

         ''Hangi dindensin ? '' diye sordum. ''Elhamdülillah Müslümanım,'' dedi. ''Yok,'' dedim. ''Sen Müslüman olamazsın.Bir Müslüman Müslümana pislik yedirmez.Dinin neyse onu söyle. Hıristiyan mısın , Musevi misin, yoksa başka bir dinden mi ? Söyle doğrusunu yazayım.''

          Şaşırmıştı.Önce rengi kızardı, sonra bembeyaz oldu.Arada anlaşılmaz bir şeyler de mırıldanarak Müslüman olduğunu anlatmaya çalıştı.Ben , yeniden :

          ''Bak savunmanda istersen yalan söyleyebilirsin, gerçeği çarpıtabilirsin.Bu senin hakkın.Yasa sanığa bu hakları tanımış.Bu,suç  olmaz.Ama sanık kimliğini doğru bildirmek zorundadır.Kimliği hakkında yanlış bilgi verirse,bu ayrı bir suç olur.Sen şimdi doğrusunu söyle.Hangi dindensin?'' diye üsteledim.

         O yine Müslüman olduğunu söyleyip durdu.Bu durum 10-15 dakika sürdü.Sanık ter içinde kalmıştı,yanındaki iki polis de kıs kıs gülüyorlardı.

        Sonunda ben tutanağa ''Müslüman olduğunu iddia eder'' diye yazdırdım. İşin gerçeği aranırsa , ben kendini dindar olarak tanıtan birinin böyle bir eylemde bulunmaması gerektiğine inanıyorum.Benim savunmam da bu. '' 


Bu yaşanmış olan hikaye ile bir insanın utanç sahnesine tanıklık etmiş olduk.. O kişi mahkemelerce yargılandı , peki ya içindeki ahlak masası ne durumdadır ? Kendisiyle baş başa kaldığında kendi infazını kendisi vermişmidir ?

16 Aralık 2014 Salı

                                                                 
 ''Ey Kahraman Türk Kadını''


                Milletin istikbali , Vatanın geleceği tehlikededir ! Anadolu toprakları işgallerle karşı karşıya ve topyekün yürütülen savaşlar yaşanmakta , Kahraman Türk kadını ''Milli Mücadeleye'' destek vermekte erkeğiyle birlikte Anadolu'yu savunmaktan geri kalmamıştır.

Türk Kadını Anadolu'nun  işgaliyle birlikte Mustafa Kemal'in başlattığı seferberlik ilanı ile Kurtuluş Savaşına en büyük desteği veren , cephenin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışan , cepheden cepheye  mermi ve erzak taşıyan , bizzat cephede düşmanla savaşarak büyük bir mücadelenin önemli bir parçası olmuştur.

Mustafa Kemal Türk Kadının Milli mücadeleye vermiş olduğu desteği şu şekilde açıklamıştır ; 
'' Dünyada hiçbir milletin kadını Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım , milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim diyemez. ''  Atatürk'ünde önemini
belirtmiş olduğu gibi desteğini hiç esirgememiş olan Türk kadını ; canı pahasına , vatan uğruna mücadele etmiştir.

Şimdi sizlere tarihin arka yüzünde kalmış , sahte tarih yalanlarından kurtulup gün yüzüne çıkamamış bir  Türk kadınını tanıtacağım ; Türk kadınının Milli Mücadele'de anıtsallaşmasının , cephe gerisinde ve cephede omuz omuza hizmet verişinin en önemli örneklerinden biride Halime (Kocabıyık) Çavuş'tur.

Kimmiş bu Halime Kocabıyık ? 1898 yılında Kastamonu'da Merkez Duruçay Köyünde doğmuş olan Halime Çavuş Kurtuluş savaşı yıllarında ailesinin tüm engellemesine karşı çıkarak , hiç kimsenin etkisi altında kalmayıp bireysel olarak hareket etmiş ve Milli mücadeleye katılmıştır. O dönemde etraftakiler tarafından yadırganmamak için saçlarını kazıtmış , tıraş olmuş ve erkek gibi giyinmiştir. Cephelerde çeşitli görevler üstlenen Halime Çavuş İnebolu'dan aldığı bir çok cephaneyi cephanelere ulaştırmıştır.

Milli Mücadele döneminde Türk kadınını en iyi şekilde savunan Halime Çavuş , Anadolu'nun diğer mücadeleci kadınları gibi Mustafa Kemal Atatürk tarafından Çankaya'da ağırlanmıştır.  İstiklal Madalyası ve Gazi unvanına layık görülmüştür. Atatürk'ün verdiği emirle ölene kadar maaşa bağlanan  Halime Çavuş , Atatürk'ün ''Seni yollamıyorum , bizim kızımız ol '' önerisine '' Benim geride bıraktığım bir ailem var , onlar beni bekler.'' şeklinde cevap veren Halime Çavuş , '' Ben anaya babaya itaatli evlada saygı duyarım'' Diyen Mustafa Kemal Atatürk tarafından çeşitli hediyeler verilerek tekrar evine yollanmıştır.

Kendisini Milletine ve Vatanına adayan Halime Çavuş , hiç evlenmemiş ve kardeşi Hasan Kocabıyık'ın oğlu 13 yaşındaki Sadık Kocabıyık'ı evlat edinerek büyütmüştür. Düzenli olarak her gün tıraşını olup , saçını kazıtarak bir erkek gibi davranmaya devam etmiştir. Halime Çavuş 1975 yılında hayata gözlerini yummuştur.


Milli Mücadele Döneminde canını esirgemeden ortaya koymuş ve hayatını vatanına adamış olan Halime Çavuş adına Kastamonu Kadıdağı'nda yaptırılan anıt 2008 yılında Türk bayrağına sarılı bir şekilde alkışlar eşliğinde açılmıştır. 

Başta Halime Çavuş ve Milli Mücadele Döneminde Vatan uğruna savaşmış olan insanların , yaşam öykülerini okumak , buhranlı bir şekilde anlatılan tarihin içinden bunların farkına varıp milli duygularımızı güçlendirmek , bir vatanın kurtuluş mücadelesini ve bir ülkenin ne gibi zorluklarla kalkındığını anlamak ; Türk vatandaşının en büyük manevi borcudur.

2 Kasım 2014 Pazar

10 KASIM 193∞



“Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir” diyen ve arkasında yas değil, şanlı bir destan, genç ve çağdaş bir Cumhuriyet bırakan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün insanlığın değişmez kanunu ölümünün ardından geçen 76.Yıl dönümünü anmaktayız. Cumhuriyet’in evlatlarına bıraktığı büyük mirasın sahipçileri olarak 10 Kasım gününde O’nu kaybetmenin hüznünü yaşarken bir kez daha O'na ve emanetine olan güvenimizi tazeliyoruz. Aklın ve bilimin rehberliğini kabul etmiş manevi mirasçıları olarak bizler, Atatürk'ün gösterdiği yolda devam etmesi için doğruluktan, adaletten, demokrasiden ve eşitlikten vazgeçmememizin gerekliliğini anlıyoruz. 


 Milli kahraman ve şanlı kumandan Atatürk, hastalığının gittikçe arttığı günler de ve  ondan önceki 12 yıl boyunca da yanından ayırmadığı, son anlarında dahi yanı başında bulunan “Kütüphanecisi Nuri Ulusu” Atatürk'ün son dönemlerini ve ölüm anını şu biçim de anlatmıştır:

         
“Atatürk’ün son hastalıklı devrelerinde yani komalara girip çıktığı günlerde doktorların ve yakınlarının dışında yanına girip çıkabilen ender kişilerden biriydim. Zaten bilindiği gibi çok önemli bir cümlesi vardı: “Özel hemşire falan istemem, bana benim çocuklarım herkesten iyi bakar.” Evet, işte o çocukları ben ve arkadaşlarımdı. Ona öyle güzel ve titiz bakardık ki doktorları dahi şaşırırlardı.

İşte böyle girdiği komaları esnasında zaman zaman “Aman Yarabbim aman Yarabbim” diye mütemadiyen Halikinden (Allah’ından) yardım dilediğini gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim.


Aman Allahım aman Allahım ne acımasız günlerdi o günler… O koca dev adam, Büyük Komutan, Ulu Önder Atatürk. O tüm dünyadan korkmayan hatta tüm dünyaya kafa tutan o insan. Büyük Allah’ına olan inancı ve imanıyla “Aman Yarabbi aman Yarabbi” diyerek ondan yardım bekliyordu. Bu muydu dinsiz Atatürk, bu muydu? Allah’a, kitaba inanmayan Mason Atatürk… Bunları söyleyenin Allah cezasını versin; veriyor zaten, her zaman da verecektir. Bunu yaşayanlar hep göreceklerdir.


O sıkıntılı günler Cumhuriyet Bayramı’ndan sonra iyice arttı, Atatürk gözlerimizin önünde her geçen gün biraz daha güçsüzleşiyor, adeta eriyordu. 9 Kasım günü hemen hemen kendinde değildi. Ben ve arkadaşlarım hiçbir şey yapamamanın acizliği ile sıkıntıdan, üzüntüden kendi kendimizi yiyor ve sadece köşe bucakta gözyaşı döküyorduk.


10 Kasım 1938 saat dokuzu beş geçe Atatürk’üm son nefesini veriyor. Odada bulunan herkes komada, Büyük Komutan göz göre göre gidiyor, kimse bir şey yapamıyor ve son nefesini veriyor. Hiç unutmuyorum, Atatürk öldü der denmez oda kapısının önünde nöbet tutan genç bir teğmen şöyle bir başını havaya kaldırdı ve küt diye koca vücuduyla kalıp gibi yere düştü, bayılmıştı. Bir tarih göç etmişti, biz ne yapacaktık. İlk telaş sonunda doktorları son muayeneleri yaptılar, çenesini Dr. Kamil Berk, Mim Kemal Öke Bey gözlerini yavaş yavaş kapatıp bir mendille bağladılar. Bilahare yüzünün maskının alınması gerektiği söylendi. O anda şaşırmış vaziyette odada bulunanlardan kimse cesaret edemezken ben hemen atıldım ve “Ben yapayım.” dedim. Gerekli onay bana verildikten sonra hemen gerekli levazımatlar getirildi, başucuna iliştim, o güzel yüzünü sevip okşayarak, onu bu ölüm halinde dahi incitmekten korkarak, yüzünün maskını aldım, işimi bitirdim. Ne kötü kaderdi bu. 


Bilahare o zamanlar Başvekil Celal Bayar olmak üzere Riyaset-i Cumhur yaver ve memurları ile müstahdemler, manevi huzurunda tazim duruşunda bulundukları bir sırada ve doktorların ölüm raporunu hazırlamaları bitiminde Şef İbrahim’le ben hiç kimseye bir şey söylemeden ve de emir almadan her gün Dolmabahçe Sarayı’nın üzerindeki bayrağı çekme ve indirme vazifesini yapan saray müstahdemi Hüseyin Efendi’nin rehberliğinde muayede salonunun kubbesi üzerinde dalgalanan Riyaset-i Cumhur sancağını yarıya indirmek için kurşun kaplı kubbenin tam zirvesine kadar çıktık ve bu ameliyeyi yaptık. O ara Salih Bozok’un, odadan çıkıp merdivenleri koşa koşa inip bir odaya girerek intihar girişimiyse bizi ikinci bir büyük üzüntüye soktuysa da bilahare yapılan acil operasyonla kurtulması sevindirdi.


Günlerdir Atatürk’lerinin sıhhi durumu hakkında endişe içinde bulunan binlerce vatandaş Gümüşsuyu sırtlarından ve meydanlardan bizim sancağı yarıya indirmemizi görünce acı gerçeği öğrenmişler ve hıçkırıklar içinde sarayın kapılarına doğru akın akın gelmeye başlamışlardı. 


Böyle son bulmuştu Ata'nın vedası böyle göç etmişti gözler önünde koca Tarih… 10KASIM193ͬ∞


Alıntı adres : www.sanatmizah.com

31 Ekim 2014 Cuma

Zorunlu degisiklik

Hayatinizda değişiklik yapmayi severmisiniz ? Belki bu sorunun cevabini tam olarak veremezsiniz ve ya bu sorunun sonucunu tam olarak kestiremezsiniz ama bilirsiniz ki hayatin neyi ne zaman ne şekilde getireceğini bilemeyiz ! Bir de hayatinizin daha rahat , geleceğinizin daha parlak olmasi icin belirli değişimler gerekir ve bu gerçekleştirmiş olduğunuz değişimler zorunlu olabilmektedir mesela ''universite diplomasi'' için gereken değişim..
2014 - 2015 öğretim yilinin start vermesi ile benim için ve bir çok öğrenci arkadaşlar için haritada gideceğimiz yer belirginleşmişti. İçimde yeni bir başlangıcın vermiş olduğu bir parça heyecan eski yaşantimi değiştiren bu yenilik içinse bir öfke hakimdi. Yol haritamin adresi olan Sakarya şehri bir büyük şehire göre oldukca sakin küçük bir kasabaya görede oldukca hareketliydi. Şehrin göbeğinde seyir halinde olan tren yolu ayri bir renk getirmişti ve tebessüm ettirecek bir nostalji yaratmişti bende , Sakarya ile bu ilk tanişmamizin ardindan dik yokuşlu okul yolu diye adlandirilan ve gelişmekte olan rampaya tirmandik kampüsümüzün adindanda anlaşildigi gibi 'esentepe' kampüsü Sakaryayı arkasina alan sapanca gölünün üstünde kalan belli bir tepe de ağaçların arasinda olan ve bana kampüsten çok minik bir kasabayi andiran bir üniversite yerleşkesiydi.Hafizamda hemen yer edinmiş olan bu yerleşim yerleri hayatima hizla girmekteydi ve yeni bir başlangicin ilk hamleleriydi..
Farkli bir sorumluluğun farkli bir olgunluk döneminin başlangicinda olduğumu hissediyordum ; tanidiğiniz yüzlerden , sevdiğiniz muhabbetlerden , edindiğiniz çevreden ve evden uzaklaşmayi üzerimden atamamıştım henüz yeni bir evde güneşin ilk ışıklarıyla yeni bir güne başlamak tek başınıza ayakta durabilmenin sorumluluğu , omuzlarimdaki hafif ağır olan tatli yükü anlamlandirmak için fazla şaşkındım.Yeni yüzlere aşina olmak yeni sesler ile günaydinlaşmak oldukça zor ve farkliydi..
Yaşantimiz bizi böyle hakim olduğumuz çevreden uzaklaştirip zorunlu hamleler yapmaya zorlayacak ve bu da bizi bağimli olduğumuz şeylerden zorda olsa ayiracaktir bu yüzden bağimlilik kelimesi sadece bir maddeye (alkol,uyuşturucu vb ) tekabül etmemeli çünkü insan yaşadığı yerin , oturduğu bankin , gezdiği caddenin bile bağımlısı olabilir son olarak geçirdiğiniz zor ve özlem dolu günlere inat gülünüz