28 Nisan 2015 Salı

Nisan Yağmuru..

             Kampüsün içinde yer alan otobüs yazıhanesinin önünde oturmuş arkadaşımı beklerken,'Gülünün Solduğu Akşam' adlı kitabı okuyorum ve bir süre sonra arkadaşımın geldiğini fark edip usulca ayağa kalkıyorum.Önce merhabalaşıp sonra yazıhaneden içeriye giriyoruz. Yarın akşam İstanbul'a gitmek için bilet temin ediyoruz.

Yazıhanedeki işlemlerimizi halledip,yağan yağmurun etkisine aldırmadan yemekhanenin yolunu tutuyoruz.Kütüphanenin dik yokuşunu soluk soluğa çıkıyoruz , bundan ikimizde şikayetçi değiliz.Yarın İstanbul'a,anne ve babamıza kısacası sevdiklerimize kavuşma imkanımızın sevinciyle dik yokuşu geride bırakıp düzlüğe varıyoruz , yemekhane beliriyor hemen karşımızda. O an ıslatan nisan yağmurunu umursamıyoruz bile. Çünkü biz gelecek ayın takvim yapraklarından bahsediyoruz , daha İstanbul'a gitmeden gelince tekrar gideceğimiz günlerin hesabını yapıyoruz.

..Yemekhaneye varıyoruz, sıradan geçerek yemeklerimizi alıyoruz. ''Sanki her gün bizim için ayrılmış olan'' masayı boş görüp oturuyoruz. Yemek esnasında ben yine Oğuzhan ile uğraşıyorum ya da gündemden dikkat çeken haberler hakkında fikir alıyorum,bir nevi nabız yokluyorum.Konuşulan konular genelde aynı çizgiyi koruyor,sonuç olarak öğrencinin manşeti pek fazla değişiklik göstermiyor.Bir de telefonlar, telefonlar hep masaya konulur genelde arada göz ucuylada olsa yoklanır.Çorbamı içerken , titreyen telefonumdan babamın aradığını fark ediyorum. Hemen telefonu açmak için yöneliyorum , hasta olsam dahi babamın telefonunu açış şeklim hiç değişmiyor, gayet açık ve net :


-Buyur Babaaaa ?

-Naber Oğlum? Nerdesin ?

-İyi Baba ne olsun , yemekhanedeyim. Yemek yiyorum arkadaşlarla sen nasılsın ?

-İyiyim bende. Selam söyle arkadaşlarına, afiyet olsun , görüşürüz akşam. 


Kapatıyorum telefonu.Az önce babamın telefondaki aceleci tavrını düşünüyorum. Yanımda arkadaşlarımın olmasından kaynaklanıyor o aceleci tavır , rahatsızlık vermemeyi düşünüyor ama asıl olarak yokluğunun rahatsızlık verebileceğini , düşünmüyor babam..

Tebessüm ederek yemeğime kaldığım yerden devam ediyorum.Aradan bir müddet sonra montumun asılı olduğu sandalyeye birisi teğet geçiyor.Hemen, dikkatimi o yöne doğru topluyorum. Yaşıtım olabilecek birisi (bayan) arka masamızda oturan arkadaşına sesleniyor : ''Ben Babamdan izin alıp, geleceğim '' diyor.Elindeki telefonu sallayarak, kendinden emin bir şekilde merdivenlere doğru yürüyor. Ne olduğunu anlamayan birkaç arkadaş ve ben şaşkın bir şekilde bakınıyoruz. Çok geçmeden,telefonla konuşmaya giden bayan arkadaş bize doğru geliyor ve arkadaşına son derece önemli bir olayı yetiştirirmiş gibi : ''Allah belasını versin yaa, izin vermedi'' diye babasına olan tepkisini ortaya koyuyor.


Tanımadığımız bir babayı sahiplenirken buluyoruz o an kendimizi, suçluluk hissi içinde kıvranıyoruz.Az önce arayan babamı tekrardan aramak, sesini duymak geçiyor içimden.Sanırım, aynı psikoloji arkadaşımı da etkisi altına alıyor  : ''Babamı arayayım , içim rahat etmiyor'' diye söyleniyor. Yavaş adımlarla çıkış kapısına doğru merdivenlerden iniyoruz , önce ben çıkıyorum yemekhaneden.Yağmur aynı şiddetin de devam ediyor ama bu sefer aynı Nisan yağmuru aynı duygularla ıslatmıyor bedenimi...

15 Nisan 2015 Çarşamba

BİR SAVCININ NOT DEFTERİNDEN...

                     
          Yaş ilerledikçe bir şeylere olan bakış açısı değişir ya hani insanın ; tuttuğu takım, desteklediği parti, okuduğu  kitap, gezip  görmek istediği yer hatta en yakın arkadaşım dediği insan bile zamanla değişiklik gösterir. Belki de o geçiş döneminin en dolgununu yaşıyorum ve ya ileri yaşantımı kestiremediğim için böyle hissediyorumdur. Ama şu var ki.. Farkına vardığım,sonradan fark ettiğim bir şeylerin değişiklik gösterdiğini göz ucuyla da olsa er ya da geç fark ediyorum. Şekillenen çevremde  farklı simalara alışmak bu geçiş dönemini tetikleyen etkenlerin başında gelebilir.


Sanırım, bir birey de bahsettiğim şeylerin bir çok değişikliğe uğramasına rağmen bazı uç noktaların öz olarak değişmediği mümkün.Korku,sabit düşünce, kişisel haz gibi insanda değişiklik göstermeyen özellikler olarak nitelendirebilir.


             Genel olarak tarihi ve tarihi kişilerin biyografisini içeren kitaplar beni okumaya teşvik etmiş olsa da  benim de özümde değişmeyen,  küçüklüğümden beri dikkatimi çeken ;  dedektiflik hikayeleri , kriminal incelemeler , olayların analiz edilmesi sürekli ilgimi çektiği kaçınılmaz bir gerçek . Sevil Atasoy'un Kanıt dizisini mercek altında izlemem , yine onun yazmış olduğu kitapları (Labirent , Her çikolata yenmez ) okurken olayın içinde var olmak , sonucu kestirmeye çalışmak ve en önemlisi gerçek bir olayı okuduğumun bilincinde olmak sürekli olarak heyecanımı taze tutmuştur.

Son zamanlarda bahsettiğim bu özellikleri kapsayan bir kitap daha geçti elime. Merak uyandıran  , içeriğinde yaşanmış olayları barındıran ,  12 Mart gibi büyük bir döneme tanıklık etmiş olan bir savcının kendi anılarından derlediği , adından da anlaşılacağı gibi , 'Bir Savcının Not Defterinden'  adlı kitap Prof.Dr .Çetin Yetkin'e ait.. Kitabını bölümlere ayırarak hikaye biçiminde anlatan Çetin Yetkin , O dönemde şiirden yargılananları , nurani yüzlü bir bakkal amcanın yaptığı cinsel istismarı , küçükken bisiklet bindiği arkadaşının bir eylem sonucu tutuklanıp karşısına gelmesini ve bir çok ders çıkarılacak olayı kaleme almış.


       Bir insan olarak ders çıkarabileceğimiz kitaptaki bir hikayeyi sizinle paylaşıyorum  :


                                                         ''İşkence''

            Bozuk gıda üretenler ve bunları bilerek satanlar Gıda Maddeleri Nizamnamesi'ne aykırı davranmaktan yargılanırlar.Cezası hiç denecek ölçüde azdır bu suçun.Bana göre ise oldukça ağır cezası olmalı.
    
            Böyle bir olayda belediyeden gelen evrak içinde bulunan raporda sanığın fabrikasında ürettiği sucuklara bağırsak karıştırdığı, ancak bunlar yıkanmayıp temizlenmediği için de sucuklarda hayvan dışkısı bulunduğunun saptandığı bildiriliyordu.Bu marka sucuklar daha düşük fiyatla piyasaya sunulduğu için alıcısı da çoktu.

          Sanığı polisle adliyeye getirttim , sıcak bir yaz günüydü.İki polisin arasında masamın karşısında ayakta duruyordu.Çember sakallıydı ve ''Hacı'' olmakla övünen biriydi.

          Sanığın kimliği saptanırken yasaya göre dininin ne olduğunu da sormak gerekir , ama uygulamalarda sorulmaz ve eğer ''gayrimüslim'' değilse , yargıç , tutanağa ''Türk,İslam'' diye geçirir  ya da çoğu kez tutanak yazıcısı bunu kendiliğinden yazar. Ben, sanığın adını soyadını , babasının anasının adını , doğum tarihini ve nüfusta kayıtlı olduğu yeri tutanağa geçirttikten sonra ,

         ''Hangi dindensin ? '' diye sordum. ''Elhamdülillah Müslümanım,'' dedi. ''Yok,'' dedim. ''Sen Müslüman olamazsın.Bir Müslüman Müslümana pislik yedirmez.Dinin neyse onu söyle. Hıristiyan mısın , Musevi misin, yoksa başka bir dinden mi ? Söyle doğrusunu yazayım.''

          Şaşırmıştı.Önce rengi kızardı, sonra bembeyaz oldu.Arada anlaşılmaz bir şeyler de mırıldanarak Müslüman olduğunu anlatmaya çalıştı.Ben , yeniden :

          ''Bak savunmanda istersen yalan söyleyebilirsin, gerçeği çarpıtabilirsin.Bu senin hakkın.Yasa sanığa bu hakları tanımış.Bu,suç  olmaz.Ama sanık kimliğini doğru bildirmek zorundadır.Kimliği hakkında yanlış bilgi verirse,bu ayrı bir suç olur.Sen şimdi doğrusunu söyle.Hangi dindensin?'' diye üsteledim.

         O yine Müslüman olduğunu söyleyip durdu.Bu durum 10-15 dakika sürdü.Sanık ter içinde kalmıştı,yanındaki iki polis de kıs kıs gülüyorlardı.

        Sonunda ben tutanağa ''Müslüman olduğunu iddia eder'' diye yazdırdım. İşin gerçeği aranırsa , ben kendini dindar olarak tanıtan birinin böyle bir eylemde bulunmaması gerektiğine inanıyorum.Benim savunmam da bu. '' 


Bu yaşanmış olan hikaye ile bir insanın utanç sahnesine tanıklık etmiş olduk.. O kişi mahkemelerce yargılandı , peki ya içindeki ahlak masası ne durumdadır ? Kendisiyle baş başa kaldığında kendi infazını kendisi vermişmidir ?